Türk Tarihinin Yaşandığı Coğrafya
Bir zamanlar Türk Tarihi ve Türkiye Tarihi üzerinde çalışmak gibi heveslerim vardı. Otuz yıl boyunca belgeler toplamıştım. Fakat işi bırakıp, tam yazmaya başlayacağım sırada yaptığım bir değerlendirmede, zaman içinde her şeyin yazılmış olduğunu, yeniden yazılabilmesi için yeni kazı-lara, yeni bulgu ve belgelere ihtiyaç olduğunu gördüm.
Abakan Müzesinde Türk Tarih hazineleri
Gerçi yazılanların hemen hepsi de üç aşağı beş yukarı aynı şeyler-di. Herkes birkaç kaynağa, birkaç araştırma ve inceleme raporuna daya-narak, tarihi kendi cümleleriyle tekrar yazıyordu. Kimileri bazı çelişkileri işleyerek farklı sonuçlara varmak ve kimi de bazen ayrıntılara inmek iste-se de, bunu kanıtlamak için farklı kaynak ve belgeler yakalamak gereki-yordu.
Elbette ki bunlar pek çok bakımdan faydalı çalışmalardı ve asla hafife almak istemiyorum. Ama bunların arasına serpiştirilen yazarın kendine özgü yorum ve düşünceleriyle, her ne kadar farklı bir eser ortaya konulmaya çalışılıyorsa da, benim anlayışıma göre bu kadarı bir eserin özgün ve orijinal sayılması için yetersizdi. Ayrıca bunların içini anlamlı biçimde doldurmak açısından da kendimi yeterli görmüyordum.
Novokuznets’ten Abakan’a birlikte yolculuk ettiğim Dva aile
Bu formatın dışına çıkarak, insanın kendi araştırma ve incelemelerine dayalı bir tarih yazması ise kolay bir iş değildi. Çünkü maddi anlamda ileri derecede araştırma olanaklarına, bilgi anlamında araştırma metot ve tekniklerine ve bu alanda eğitilmiş bir ekibe, hatta bir sürü izinlerin alın-ması ve uluslar arası yazışmalara gereksinim duyuluyordu ki: ben bunun için gerekli olanaklara, donanıma ve zamana sahip değildim.
Sibirya yeryüzü cenneti gibi
Oysa tarihte her şey yazılmış gibi görünse de, başka bir pencereden bakıldığında aslında tarih hiç yazılmamış, orada öyle-ce duruyordu.
Çünkü yazılanların bence en önemli eksikliği, tarihin içinde insanın olmamasıydı. Yazılacaksa insanın tarihini yazmak gereki-yordu. Ama tarihin dışında bırakılan sıradan insanı nereden bu-lup da, onun tarihi yazılacaktı? Bu olanaksız gibi bir şeydi.
Ne yazık ki, otuz beş sene tarih öğretmenliği yaptığım hal-de bunu emekli olduktan sonra fark ediyordum. Yani devletlerin tarihini çocuklara insanlığın tarihi gibi anlatarak çok yanlış bir iş yaptığımı fark ettiğim zaman artık iş işten geçmiş, öğrencilerim açısından yapılacak bir şey kalmamıştı.
Kızıl’da Şaman Tapınağına bağlanan çaputlar
Çünkü tarihte sıradan insanın ne yaptığı ve nasıl yaşadığına dair hiçbir bilgi yoktu. Tarih devletlerin, onları yönetenlerin, onların savaş ve askerlerinin, liderlerin, kahramanların tarihiydi. İnsan içinde bir dolgu malzemesi olup, bir fon müziği kadar bile yer tutmuyordu,
Bu yüzden insanın tarihini yazamasam bile, bu düşüncelerimi ula-şabildiğim iletişim olanaklarıyla topluma iletebilirdim. Hatta yazmaya 60 yaşından sonra şiirle başladığım için ‘Tarihin Tanımı’ adlı dosyamı şiir olarak yazmış ve sıradan insanı tarihe monte etmeye çalışmıştım
Bişkek’te Manas heykeli
Ama tarih içinde sıradan insanı bulup ortaya çıkarmak da hemen hemen imkansızı zorlamak gibi bir şeydi. Bu yüzden fazla ileri gidemedim. Sonunda bunu bir roman olarak tasarladıysam da, geziler nedeniyle bu yönde bir çalışma içine de henüz giremedim
Türk Tarihi açısından da durum çok farklı değildi. Ayrıca her ne kadar bu güne dek Türk tarihinin büyüklüğü çok sık olarak dile geti-rildiyse de, bu tarihin yaşandığı coğrafyanın büyüklüğü biraz göz ardı edilmişti.
Bu yüzden olayla ilgilenmeye başladığım anda, Türk Tarihinin büyüklüğünden çok, coğrafyanın büyüklüğü gözümü korkuttu ve “Bu iş beni aşar” dedim. Hani mevcut yazılanlardan toplama bir kitap da ben yazsam bile, bunun anlamlı ve gerekli bir şey olmadığı kanaatine vardım. Fakat belki gezerek farkı yakalayabilirdim.
Belki de bu düşüncelerin etkisiyle, 1990’lı yıllardan itibaren, Türk tarihinin yaşandığı coğrafyayı gezip görme arzusu bende bir tutku halini almıştı. Nihayet 2012 yılında Türk Dünyasına dair hayallerim ger-çek oldu.